26 Mayıs 2016 Perşembe

KISA SÖZÜN HİKMETİ

Anlayanlar, anladığını zannedenler, asla anlamayanlar...
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz?
Kısa mesajlar, Facebook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler…
Tabi ki istenirse sözü uzatmanın türlü yolları da mevcut: Video, caps, …
Peki kısa söz, derinlikten mahrum olmakla her zaman eş anlamlı tutulabilir mi?
Az sözle de, çok ama çok derin mânâlar aktarılamaz mı?
Başta ayetler ve hadisler, hatta hikmet kitapları bunu ispat etmiyor mu?

İslâm âlimleri gibi, Batılı filozoflar da kısa sözü sevmişler ve övmüşler.
Hatta bunu kâh bilginin, kâh bilgeliğin alâmeti saymışlar.
Leibnitz’in Monadoloji’si,
Kierkegaard’ın Felsefî Kırıntıları,
Kafka’nın Aforizmalar’ı…
Bazen de tabiatı icabı hiyerarşik bir yapı kabul etmeyen fikirler “aforizmalar” başlığıyla kısa kısa yazılmış.
Wittgenstein’ın “Kesinlik Üzerine” adlı kitabı bunlardan biri. Kendisinin de söylediği gibi bu harika kitaba ortasından veya sonundan başlanabilir, hiçbir şey değişmiyor.
Friedrich Nietzsche’nin veya Cemil Meriç’in de yok mu fikir kırıntıları? 
Neticede kısa söz mânâya engel değil. Hatta kimi zaman, tam tersi.

Ehl-i tarik “Sözün tamamı lafı anlamayana söylenir.” buyurmuşlar. 

Peki, nasıl oluyor?
”Doğru” dizilmiş 4-5 kelime yüzlerce sayfada anlatılamayanları anlatıveriyor bir çırpıda. Meselâ “Nefsini bilen RABB’ini (/rabbini, “rabb” edindiği şeyi) bilir” hadisi, yahut Mesnevî’den, Hikem-i Ataiyye’den birkaç satır…


Zannediyorum ki kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Mesele ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. 

Bunun için “Dinleyen anlatandan ârif olsa gerek.” dir.

25 Mayıs 2016 Çarşamba

MEDENİYET DEDİĞİN TEK DİŞİ KALMIŞ CANAVAR


Kelimelerini kaybeden insanlar, geleceğini de kaybeder.

Gandhi;
- “Batı medeniyeti hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna gülerek 
-“İyi fikir, yaparsanız iyi olur” diye cevap vermiş. 

Gerçekten de Batı tarihine bakıldığı zaman bir medeniyet değil, ancak bir kültür olabilmişler. "Koca medeniyet!" geçmişini; müzelerde, kitaplarda, filmlerde biriktirmekle yetinmiş. 
Zaten ruh ile nefsi ayıramayan bir topluluğun (ing. spirit, fr. esprit) bunun ötesine geçmesi de imkânsız değil mi?
----------0----------
Kelimelerini kaybeden insanlar aklını, kalbini ve değerlerini de kaybetmiş olurlar. 
“Ötekilerin” lisanı ile düşünen ve konuşan toplumların zihinleri işgal altında kalır. 
İnsan’a “homo-economicus” diyen bir kültürün çocukları; güzellik değil, cazibe peşinde koşabilir ancak. 
Zira niteliğe değil niceliğe odaklanmış olanlar; “değerli” dedikleri zaman insanî değerleri değil, kıymeti kendinden menkul maddî değerleri kastederler. 

Bizim takva aradığımız coğrafyada onlar petrol arıyorlar.

"İnandığımız gibi yaşamazsak yaşadığımız gibi inanırız."
Tez zamanda aklı köleleştiren bu lisanı terk etmeliyiz. Çünkü zihinlerimiz işgal altındayken her mukaddesimizi kaybeder, kaybettiğimiz hiçbir şeyi de aynı bulamayız.

Bizler farklı kelimelerin insanlarıyız.
Biz;
Alıp satma serbestliğine “Özgürlük” diyemeyiz.
Öfkenin veya intikamın ismini “adalet” koyamayız.
Ateşkesle barışı bir tutamayız.
Deme/meli
Koyma/malı
Tutma/malıyız...

23 Mayıs 2016 Pazartesi

KARGALAR ÖTMEYE BAŞLAYINCA BÜLBÜLLER SUSAR/MESNEVİDEN BİR HİKAYE

Bed ve kaba ifadeler; hassas, ince ve zarif ruhları rencide eder. Mevlana'nın "Eşeklerin ahırına konulan ceylan" hikayesinde olduğu gibi...

"Bir avcı yakaladığı nazlı ceylan yavrusunu, bahçesindeki öküzlerle, eşeklerle dolu ahıra kapattı. Ceylan ürkek ürkek oradan oraya kaçıp durdu.
Gece yarısı ahıra gelen avcı, yemlikleri samanla doldurup gitti. Öküzler, eşekler önlerine dökülen samanı şeker gibi yediler lakin ceylan yemek şöyle dursun, samandan çıkan tozdan ve dumandan rahatsız oldu da yüzünü sağa sola çevirdi.
Karınları doyan eşekler, ceylanla dalga geçmeye başladılar. Eşeğin biri:
- ”Ceylanlarda padişah ve beylerin huyu vardır. Susun lütfen, ceylanı rahatsız etmeyin.” dedi.
Bir başka eşek ceylanın ürkerek dolaşmasına takılarak:
- ”Söyleyin ona, bu naziklikle bizim ahırda değil, gitsin padişahın tahtında otursun” diye söylendi.
Eşeğin biri de samanı yemiş yemiş, ekşimiş midesiyle genire genire ceylanı da saman yemeye çağırdı. Ceylan başını ona çevirerek:
- ”Ey eşek! Benim iştahım yok, sen yemene devam et” dedi.
Eşek:
 -”Evet, halini görüyorum. Çok nazlanıyorsun ya da utanıp çekiniyorsun.”
Ceylan:
- ”Sen saman yersin, ondan fayda görürsün. Ben çayırların, çimenlerin dostuyum. Bağlarda, bahçelerde beslenir, suyumu duru su kaynaklarından içerim. Kaderim beni bir azaba uğrattı. Başıma bir bela geldi diye hiç güzel huyumu değiştirir miyim? Sümbülü, laleyi, reyhanı bile bin bir nazla yiyen birine, nasıl olur da saman teklif edersin?”
Buna karşılık eşek, bana masal anlatma dercesine:
-”Anlat, anlat! Gurbet ellerde böyle boş sözler çok söylenir” diyerek nazlı ceylanı iyice üzdü.
Ceylan:
-”Göbeğimin misk kokusu benim şahidimdir. Sizde bu kokuyu alacak burun nerede? Birbirinin pisliğini koklamaktan başka koku bilmeyen sizlere, misk kokusu zaten haramdır” dedi.
-----
”Dünyada nefsinin esiri, şehvetperest ve dünyalık toplamaktan başka gayesi olmayan insanların arasında kalan halis kulun durumu  ahırda öküzlerle, eşeklerle kalan ceylanın durumu ile aynıdır.

O nedenle insanlar, zıddı olan insanlarla bir arada kaldığında, ölüm azabına uğramış gibi olur."