ÜÇ KARDEŞİN HİKAYESİ
Genç adam, kızın söylediği şeyle ilgili
olarak bir süre düşüncelere dalıyor.
Sonra konuşuyor:
"Acaba neden hepimiz ayrı ayrı
yaşamlar sürüyoruz? Demek istediğim, sözgelimi sizin durumunuzda,
aynı ebeveynden doğmuş,
aynı evde büyümüşsünüz,
ikiniz de kız çocuğusunuz,
buna rağmen neden bu kadar farklı karakterlere sahipsiniz acaba?
Yol ayrımı nerede başlıyor?
.........
Benim kardeşim yok.
Nasıl olduğunu merak ettim sadece. Kardeşler ne kadar birbirine benzer,
hangi noktadan sonra farklılık
gösterirler, diye.” Mari susuyor.
Genç adam, bıçak ve çatal elinde,
bir şeyler düşünerek masanın
üzerindeki boşluğa bakıyor.
Sonra şöyle diyor:
“Denize düşen üç kardeşin bir Hawaii adasına sürüklendiği bir hikâye okumuştum.
Bir söylence aslında, eski zamanlardan. Çocuktum okuduğumda, detayları tam
olarak hatırlayamasam da şöyle bir şeydi:
Üç erkek kardeş tekneyle balığa çıkıyor, fırtınaya yakalanıp sürükleniyorlar,
tekneleri batınca uzun bir süre denizde
yüzüp sonunda ıssız bir sahile varıyorlar. Burası çok güzel bir ada, hindistancevizi ağaçlarının, bolca meyvenin yetiştiği, ortasında yüksek bir dağın olduğu bir yer.
O gece, Tanrı üçünün de rüyasına girip
şöyle diyor:
Sahilin az ilerisinde, üç iri, yuvarlak kaya parçası bulacaksınız. O üç kaya parçasını istediğiniz yere kadar yuvarlayarak götürün. Artık kayayı daha fazla itemediğiniz yer,
her birinizin yaşaması gereken yer olacak.
Ne kadar yükseğe çıkarsanız dünyayı da
o kadar fazla görebileceksiniz.
Ne kadar gideceğiniz size kalmış.”
Genç adam anlatmasına ara verip su içiyor. Mari, suratında ilgi göstermiyormuş gibi
bir ifade olsa da, dikkatlice dinliyor.
“Buraya kadarı anlaşıldı mı?”
Mari başım hafifçe öne doğru eğerek
onu onaylıyor.
“Devamını dinlemek istiyor musun?
İlgini çekmediyse burada kesebilirim.”
“Uzun değilse devam et.”
Pek uzun değil. Oldukça da basit bir hikâye.”
Genç adam sudan bir yudum daha içtikten sonra anlatmaya devam ediyor:
"Tanrı'nın dediği gibi, üç kardeş sahilde
üç iri kaya parçası buluyorlar. Sonra da
onlara dendiği gibi, o kayaları yuvarlıyorlar. Çok iri, ağır kayalar bunlar, yuvarlaması güç, tepeye doğru itmek de fazlasıyla yorucu.
En küçük kardeş ilk seslenen oluyor: ‘Abilerim, bana bu kadarı yeter.
Burası sahile de yakın, hem balık da avlanabilir. Rahatça yaşarım burada.
Dünyayı o kadar fazla görmesem de olur.’
Daha büyük iki kardeş ilerlemeye devam ediyorlar. Ancak dağın yarısına geldiklerinde, ortanca kardeş sesleniyor bu kez:
'Abicim, bana bu kadarı yeter.
Burada bolca meyve yetişiyor, rahatça bir yaşam sürebilirim. Dünyayı o kadar fazla görmesem de olur.' En büyük kardeş
dağa tırmanmaya devam ediyor.
Yol giderek daralıp dikleşiyor ama o vazgeçmiyor. Sabırlı biri ve dünyayı da olabildiğince ötelere dek görmek istiyor.
Gücü yettiğince kaya parçasını itiyor.
Aylar boyu neredeyse hiçbir şey yemeden
ve içmeden itiyor ve sonunda o kaya parçasını dağın tepesine taşımayı başarıyor. Sonra zirvede durup dünyaya bakıyor.
Şimdi dünyayı herkesten daha fazla görebiliyor. Orası onun yaşadığı yer oluyor. Ancak orada ne bir ot yetişiyor,
ne bir kuş uçuyor. Susayınca buz ve çiy yalamaktan, acıkınca yosun kemirmekten başka yapabileceği bir şey yok.
Ama pişmanlık duymuyor.
Çünkü tüm dünyayı görebiliyor.
Bugün bile o Hawaii adasındaki dağın tepesinde tek bir iri, yuvarlak kaya parçası durmaktaymış. Böyle bir hikâye işte.”
Sessizlik.
Mari, soruyor:
-Bu hikâyeden alınacak bir ders mi var?”
-Sanırım iki tane var. İlki derken
bir parmağını kaldırıyor genç adam,
"herkesin birbirinden farklı olduğu.
Kardeş olunsa bile.
İkincisi” derken
ikinci parmağını kaldırıyor, “bir şeyi gerçekten bilmek istiyorsan, bunun bedelini ödersin.”
“Bana, o ilk iki kardeşin seçtiği yaşam
tarzları daha doğru geliyor” diye düşüncesini belirtiyor Mari.
“Öyle tabii” diye onaylıyor genç adam. “Hawaii’ye kadar gidip de çiy yalayıp yosun kemirerek yaşamayı kim ister ki?
Ama tabii ki en büyük kardeşin dünyayı olabildiğince ötelere dek görme merakı
vardı ve bu merakını bastıramadı.
Bunun için ödemesi gereken bedel
ne kadar büyük olsa da.”